20.11.11

bu da böyle bir hatıra.

Bu, belki de hiç yaşanmamış bir aşkın hikayesi. Aşk da denemez hani. Ne olduğunu sormasınlar. Ben de bilmiyorum. Belki de hiç var olmamış bir adamı anlatacağım oturup. Sadece kendime anlatacağım. 
Bazen delirdiğimi hissettim. Uzanıp yanımda yattığını hayal ettim. Yüzüne dokundum. Elini tuttum, öptüm. Ellerine sarılıp uyudum onun. Uyandığımda o boş yatağın soğukluğunu sadece ben bildim. 
Yokluğunun ne demek olduğunu bir ben bilirim.
Sözler verdim sana. İçimden hep tuttum ben o sözleri. Söylenmemiş sözler biriktirdim. Gelmediğin gecelerde söylemiş gibi yaptım. Kendime hep seni anlattım.
Ben hayatımda ilk defa bir adama ağladım. Nefesi tenimde, terimde erirken değil, ilk defa bir adama bu denli çırılçıplaktım. Peşimden gel diye kaçtım, gelmeyeceğini bile bile. Zaman sonra fark ettim aslında sadece arkandan el salladığımı. "Bir dakika daha.." diyebilmek için öldüm. Yapabileceğim tek şey buydu, yapamadım.
Evet, eceliyle bitmemişti. Ama olmayacak duaya amin denmezdi hani..
Seninle tanıştım çünkü unutkandım. Senden ayrılıyorum çünkü unutkanım. Sana dair hatırladığım hiçbir anı net değil. Böylesini ben istedim. Yoksa nasıl devam edebilirim?
Sadece kokunu sakladım boynumda. Böyle olmasını istemezdim.
Sigaraya yeniden başladım. Daha çok başladım. Aklıma her geldiğinde bir kere daha başlayacağım.
Beni sevdiğini bildiğim, hissettiğim, umduğum, beni sevsin diye yalvardığım adam.. Hayatının neresinde olduğumu asla bilmediğim adam.. Hâlâ hayattasın, aklımdasın. Hayat devam ediyor her zamanki gibi.
Ben seni bırakmadım. Gidebil diye seni sana bıraktım.

22.10.11

sabaha karşı 4çeyrek

-Davetsiz gelmeyi sevmiyorum. Hoşgeldin!
Buralarda yüzyıllardır güz yaşanmıyor. Ne kötü. Ya bir bahar havası hep ya da tamamen yaz. Mütemadiyen kış. Halbuki ben en çok sonbaharı severim. 
-Sevdiğim şeyler buralara uğramayalı çok oluyor.
Hiç, bir insanı kendinizden daha çok sevdiğiniz oluyor mu? Benim olurdu. Şimdi öyle değil. Ama bunun hafifliği daha güzel. Sanki ben kendimi ne kadar daha çok seversem o, o kadar çok kıymetleniyor. Saçma..
Azaldığını bildiğimiz ama bitmeyeceğinden de -en azından şimdilik- emin olduğumuz şeyler vardır hayatta. Islak elle tutulan kum gibi. Giden gider ama mutlaka kalan vardır geride. Şimdi öyle. Ama bu, durumu katlanılmaz derecede can sıkıcı yapıyor. İronik..
-Kavuşmanın tadını unuttum. Sarılmanın kokusunu hatırlamıyorum.
İzin verirsen konuşmama sen diyerek devam etmek istiyorum. Bilirsin beni, boş konuşan olmak hoş değil. 
-Sustuklarımı senin haricinde herkese anlatsaydım eğer, İsa ile beraber Meryem'in de gökten ineceğine inanırlardı. 
İstersen başlayalım. Adım Angelique. Angelique fransızcada melek demek. Ben melek olduğumu düşünmüyorum. 20 yaşındayım. Bazen 5, bazen 40. Değişiyor.
Tam da şu an gözlerimin önünden ilk buluşmamız geçiyor. Sonbaharın ilk ve son günü. O gün giydiğim eteği çok seviyorum.
-Seni anlamak için bütün hafızamı silebilmeyi dilerdim. Seni anlamak, Tanrıya bir trenin camından el sallamak gibi.
Ne yakınıma koyabiliyorum tahtını ne uzağıma. Ahdım olsun, diyor bir çingene, bahtı güzel olsun. Çingeneler pis kokardı, yalancıydı. Gelmeyecektin.
Tonlarca cümle biriktirdim. Seni özlediğim her nefes başına cümleler biriktirdim. Çok ağır değiller keskin oldukları kadar. Hani öyle ki "bir ülkeyi bile bölebilirler". Kağıt kesiğini bilirsin, en çok acıtandır.
-Artık gemileri yaksan da o gemiler çoktan var olmuş, o denizde yüzmüş işte. Belki bir yunus yarışmış, belki bir denizkızının kehaneti batırmış. Dalgalar olmuş, fırtınalar kopmuş. Hangi korsana gemisini unutturabilirsin ki?
Ne zaman uyudum bilmiyorum. Bir rüya gördüm. Sen olduğunu hissedebiliyordum, yüzü yoktu. "Batıya, Rapunzel'in saçlarına giderken, bilmiyordum yollarımızın kesişeceğini."
-Aklımdan hiç çıkmaman güzel. Ama hiç gelmezsen hep özleyemem ki..
İyi ki varsın..

28.7.11

sleeping beauty, where have you been?

http://fizy.com/s/1m797w

muhtemelen bir aşk

Muhtemel-bir-kadın ve tek-bir-adam. Ve bir zaman sonra aşk çekilir aradan. Kadın, her şeyi mükemmel zannetmektedir. Ancak herhangi bir şey değil, mesela her akşam güneşin batması, mevsimlerin geçip gitmesi, bir insanın vadesini doldurup toprak ananın rahmine geri dönüş yapması gibi bir şey değil, hiç değil.. Uzun uzadıya inşa edilen şu teferruat yığınıyla kıyaslandığında küçümsenecek kadar basit kalan tek bir kelimenin, onunu verdiği hissin çekip gitmesi, işte bu, muhtemel-bir-kadının kendisini daha da uzun cümlelerle anlatacak daha vahim durumların göbeğine düşürecektir. Çünkü düşen düşenedir. Ateş düşmüştür ve düştüğü yeri yakmaktadır, malum. Düştüğü yerde de bizim muhtemel-bir-kadınımız bulunmaktadır. O da kendini bilinmezlikler içinde bildiğinden, ne duruma düştüğü öyle kolay kolay tasavvur edilememektedir. Aşk bittiyse, aşk gittiyse eğer bir kadının hayatından zelzeleden, çığdan, selden korkulmaz. Bilinir ya şu aşk dedikleri hassas hissiyat.

Muhtemel-bir-kadın her şeyin mükemmel olduğu sanrısının ne kadar da ahmakça bir düşünce olduğu gerçeğini kendi kafasına kendisinin kakacağı sancılı günlerin ve büyük bir depresyon silsilesinin içinde bulur benliğini. Aslında cevabını kendisinin de verebileceği ama doğru cevapları tek-bir-adamdan duysa bile tatmin olmayacağı sorular sorar kendine. Uykuya dalmadan hemen önce sorar, yemek yerken sorar, aldığı her nefes için mutlaka sorar. Hatta öyle bir hal alır ki cevap alma isteği olmaksızın sormaktan bunları, asıl amacı soru sormak değil de bu sorular asıl adamla ilgili olduğundan, dolayısıyla sorf onu düşünmek istediğinden belki de içinde bulunduğu hiçbir hayati evreyi ayarında yürütemez. "Hayır, ben iyiyim, üzülmüyorum"ların altında yatan "İmdat! Yardım edin, bir süreliğine ölüyorum"ları kendi dahil kimse kâle almaz.

Sorular şüpheleri getirir beraberinde. Tam bir muamma içindedir. Muhtemelen birdir, öyle umar. Belki muhtemel-bir-kadın değil de diğer-bir-kadındır. Acaba bir diğer kadın mıdır? Yani ikinci, yani geride kalmış, yani gömülmüş, unutulmuş, yalnız.. Peki ya adam? Tek adam. Yani daima, yani cepleri boş, yani bundan sonra hep yalnız, hep aşksız, acınası..

Sonu meçhul olan ve ateşin düştüğü yerde yanan bu hikayede kadın, ne kadar yanarsa yansın sönmek istediğinden emin değildir muhtemelen. Yani ne kadar zaman geçerse geçsin. Bundan önce de böyle değil miydi hep? Terk edilmiş, öğrenmiş yanmayı, yangını. Tadını çıkarmış ne kadar büyükse işte alevler. Eğer beraber olsalar ne kendisi muhtemel olabilirdi, ne de adam tek. Şu evrenin, güneş sistemlerinin, galaksilerin göbeğinde bir ademoğlu ile bir havvakızı, kendilerine bahşedilen bu isimlere sadık kalmak uğruna, muhtemelen asla ve kat'a bir araya gelemeyeceklerdi. İkiden bir olamayacağından, ancak uzaktan bir-bir-lerini izleyeceklerdi.

Bu, malesef ki mecburi bir muhtemeldi.

gel otur, kendine bir içki al

İnsanlık adına değil.

Hiç böyle başlamazdı.
Böyle kursağımda,
Böyle yarım yamalak,
Böyle birdenbire..
Halbuki aklıma cuk diye oturuyorsun,
Ne eksik ne fazla.
İki duble kan sarhoşluğu,
Kovalamaca oynuyoruz.
Sen kaçmıyorsun.
Üşengeçliğinden pek tabii..
Hep donuk, soluk..
Susuyorsun en gürültülü tenlerde.
Kovalıyorum,
O kadar kovalıyorum ki
Seni solladığımı fark edemiyorum.
Son seni de çoktan kaçırdığımı..

İnsanların, gözlerinin renginde gördüğünü düşünürdüm dünyayı.
Kadim büyülerle lanetlenmiş gibi
Karanlık bakardı gözleri ve karanlığa hep.
Sana değdiğinden beri gözümün yeşili
Kararıyordum.
Ben kördüm, sen sağır,
Cüzzamlıydı bu aşk.
Bu kadar sükunete dayanamazdı kulakların.
Taş olsa çatlardı.
Ama sana en çok sen yakışırdın be adam!
Mavi çerçeveleri aleminde
Benim gölgem siyahtı.
Düşmüyordu bile yere
İdamlıydı..